EĞİTİM REFORMU NASIL MÜMKÜN?

Eğitimde daha iyi başarılar elde etmek, gelişmiş ülkelerin bile gündemlerini meşgul eden bir konu. Tüm dünyada bu hedefe yönelik çeşitli adımlar atılıyor ancak yalnızca toplumumuzda değil dünyanın birçok yerinde bu çabalar eğitime daha büyük zararlar veriyor. Bu durum toplumların eğitimi iyileştirmenin imkanına ve eğitimin gerekliliğine olan inancını derinden zedelemekte. Sonuçta biz ne yaparsak yapalım öğrencilerin başarısını genellikle ailelerinin sosyoekonomik düzeyleri belirliyor ve denediğimiz hiçbir reform bunu değiştiremiyor, öyleyse eğitim için harcadığımız servetleri harcamamıza gerçekten gerek var mı?

Yukarıda anlatılan durum ve getirdiği kuşku tüm toplumların değil, eğitim reformu gerçekleştiremeyen toplumların deneyimlediği bir durum. Eğitimin gerekliliğini sorgulamaya kadar gelen bu çıkmaz ise aslında başarısız tüm reform denemelerinin ortak özründen doğuyor: eğitimde reform denemelerimizi çoğu zaman yeni bir şey deneyerek değil doğru olduğunu düşündüklerimizi farklı biçimlerde uygulayarak yapıyoruz. Diğer bir deyişle hiçbir şeyi gerçek anlamda değiştirmeyi göze alamayarak farklı sonuçlar bekliyoruz. Yapılması gereken ise pek karmaşık değil: süreci en tepeden yönetmeye çalışmak yerine yerel düzeyde verilen bilinçli kararların etkili olduğu ve fırsat eşitsizlikleri ile mücadele edildiği bir düzen oluşturmak.

Ne Denendi?

Tüm dünyada denenen eğitim reformlarının büyük bir kısmı ilginç bir biçimde birbirine benzemekte. Bunlar temelde ekonomi ve 20. Yüzyılın ortalarına ait kalkınma kuramlarına dayanıyor: eğitimde rekabeti artırmak ve başarısızlıklara müdahale etmek. Bu doğrultuda yapılması gerektiği düşünülen ve sıkça yapılan, başarılı okulların ödüllendirilip başarısızların cezalandırılması veya görmezden gelinmesi olmuştur. Hemen her toplumda okulların ve öğrencilerin eğitim başarılarını ölçen nesnel ölçekler bulunur. Bu, bizim toplumumuzda lise ve üniversiteye geçiş sınavları başarısı olarak görülür. Okulların daha iyi bir eğitim vermek için rekabete girmesi elbette öğrencilerin yararına olacaktır.

Aslında birçok alanda rekabeti teşvik etmenin olumlu sonuçları olduğu söylenebilir. Örneğin, Yeni Zelanda’nın tarımdaki başarısının, devletin alışılmışın dışına çıkarak, çiftçiye koşulsuz destek sunmayı bırakmasıyla ortaya çıktığı söylenir. Bu tutum, başarısız olan üreticileri yeni teknoloji kullanmak ve stratejiler üretmek zorunda bırakmıştır ve yenilikçi üreticilerin kazançlarını artırmıştır. Birçok alanda işe yarayan bu serbest piyasa yaklaşımının aynısının neden okulları daha başarılı olmaya zorlayarak eğitimde de işe yaramayacağını görmek belki bundan yüz yıl önce güçtü.

Neden Olmadı?

Bugün baktığımızda ise bu yaklaşımın neden toplumların eğitim başarısını düşürüp fırsat eşitsizliklerini derinleştirdiğini anlamak zor değil: ekonomi ile pedagoji farklı alanlar. Toplumların eğitim başarılarını ölçen ölçekler, PISA gibi küresel olarak uygulanan eğitim başarısı ölçeklerinin aksine nadiren nitelikli eğitim bilimciler tarafından hazırlanır. Eğitim, öğrencilerde kapsamı çok geniş olan kazanımlar sunmayı hedefler, ancak söz konusu sığ ölçümlerin belirlediği eğitim politikalarının bu kapsamı karşılayabilmesi olanaksızdır. Bu nedenle kendi toplumlarındaki üniversiteye giriş sınavlarında çok yüksek başarı gösteren bireylerin uzmanlarca hazırlanmış kazanım ölçeklerinde ortalamanın altında başarı göstermeleri hiç şaşılacak bir durum değildir.

Üreticilerin aksine okullar ve eğitimciler, fırsat eşitsizliğinin çok derin olduğu bağlamlarda çalışırlar. Aileler arasındaki sosyoekonomik farklar, öğrencilerin eğitimlerine ne kadar zaman ve kaynak sunulabileceğini, öğrencilerin motivasyon düzeylerini ve ailelerin öğrencilerin eğitimlerine katılmak için ayırabileceği zaman ve enerjiyi doğrudan etkiler. Eğer toplumda hak ve gelir eşitsizliği fazlaysa, eğitimdeki fırsat eşitsizliği de öyledir ve sosyoekonomik durumun zıt kutupları arasındaki eğitim başarısı da son derece asimetriktir. Bu yalnızca bir tahmin değil, araştırmalar birçok toplumda öğrencilerin eğitimde başarı düzeylerinin en büyük belirleyicisinin okul başarısı, öğretmen başarısı, çalışmaya ayırdıkları süre değil, sosyoekonomik durumları olduğunu göstermekte.

Bu bulgu hiç de şaşırtıcı değil çünkü nitelikli okul ve öğretmenlerin başarılı sonuçlar üretebilmesi birtakım koşullara bağlıdır. Eğitim başarısıyla yıllarca dünyaya örnek olan Finlandiya’da öğretmenler kendi branşlarında öğretmenlik üzerine yüksek lisans eğitimi tamamlamış olmak zorundalar, ancak çok iyi yetiştirilmiş bu Finlandiyalı eğitimcileri toplumumuzdaki okullarda görevlendirirsek şu anda sahip olduğumuz eğitim başarısında pek bir değişim olmayacaktır. Eğitim sistemimizde kimin ne öğreteceği, ne zaman ve nasıl öğreteceği ve kimin ne öğreneceği çok net bir şekilde tanımlanmıştır. Eğitim başarımız da bu tanımlara uygunluk ile ölçülmektedir. Böyle bir düzende iyi yapılanmış okulların ve iyi yetişmiş eğitimcilerin farklarını ve yeteneklerini ortaya koyabilecekleri bir fırsat bulunamaz.

Okulları sıkı bir müfredata tutsak edip serbest piyasanın kaderine bırakmak, içinden çıkması zor bir döngü yaratır: yüksek sosyoekonomik düzeydeki okullar diğerlerine göre her zaman daha başarılı olacaktır. Bu ise düşük sosyoekonomik statüdeki öğrencileri başarısızlığa hapsederek sınıflararası hareketliliği düşürecek ve fırsat eşitsizliğini zamanla daha da derinleştirecektir. Zor şartlardan gelerek büyük başarılar elde eden birkaç öğrencinin dinlemekten büyük keyif duyduğumuz öyküleri, milyonlarca ailenin yüzleşmek zorunda olduğu eşitsizlik ve ayrımcılığın topluma yüklediği yükü hafifletmeye yetmez.

Ancak tek sorun serbest piyasa modelinin eğitimde uygulanamaması değil. Toplumumuz birçok alanda başarı için yukarıdan aşağıya sıkı bir yönetim olması gerektiği kanısında. Bu, hiyerarşik olarak üstte olanın beklentilerinin aşağıda olanın davranışlarını belirlemesi anlamına gelir. Eğer aşağıdan yukarıya bir düzenimiz olsaydı; aile, öğrenci ve öğretmenlerin gereksinimleri yöneticilerin sorumluluklarını belirlerdi. Biz ise yöneticilerden bunları kendilerinin tespit edip gidermelerini bekliyoruz.

Yukarıdan aşağıya yönetilen kurumların mutlak irade bulundurup katı standartlar kullanmasının, sorunların merkezi güç tarafından tespit edilip hızla çözülebilmesi sağlamak için olduğu düşünülür. Ancak milyonların oluşturduğu bir toplumun her noktasında bambaşka gereksinimler doğarken tek bir kurumun sorumluluğundaki tekdüze ulusal eğitim politikalarının bu gereksinimlere yanıt verebilmesi olanaksızdır. Sonuç olarak ne olduğu bile tam olarak bilinmeyen gereksinimlere yönelik yapılan reformlar elbette bu gereksinimleri karşılayamaz.

Tüm bu kuramsal olanaksızlığa rağmen eğitimde standartlaştırma çabasından vazgeçmiyoruz. Öyleki üniversiteler bile bu düzenden kurtulamıyor. Bir toplumdaki en eğitimli, başarısını ortaya koymak için yıllarca çalışma üretmek zorunda olan yüzlerce bireyin oluşturduğu kurumların neden işlerini doğru yapabilmek için bürokratlardan oluşan merkezi bir kurumun sıkı denetimine gereksinim duyacaklarını anlamak oldukça güç. Ancak işlerini nasıl yapacaklarının aynı eğitimin küçük bir kısmına bile sahip olmayan yöneticiler tarafından belirleniyor olması, üniversite başarılarındaki hızlı düşüşü kolayca açıklayabilir.

Toplumumuzda eğitimin üniversiteye hazırlıktan pek fazlası olmadığını görmek zor değil. Diğer yandan üniversiteler arasındaki fırsat eşitsizliği ve en tepedeki üniversitelerin bile hızla başarılarını yitirdikleri bir o kadar gözler önünde. Bu ise bizi başka bir döngüyle daha yüzleştiriyor: sayıları giderek artan öğrenciler sayısı giderek azalan iyi üniversitelere yerleşebilmek için zamanla daha acımasızlaşan bir yarışa katılmak zorunda kalıyorlar. Koşullar böyle iken hiçbir eğitim reformunun öğrencilerin çok yönlü kazanımlarını güçlendirebilmesi olası değil. Çünkü eğitim kurumları ve müfredat ne kadar iyileşirse iyileşsin herkesin önceliği sınav kazanmak olacaktır ve sınav kazanma rekabeti arttıkça de bu öncelik zamanla eğitimin tek hedefi olacaktır. Böyle bir düzende eğitimi için servetler harcanmış öğrencilerin bile kazanımlarını gerçek hayattaki sorunları çözmek için kullanmaları beklenen uluslararası ölçümlerde kayda değer bir başarı gösterebilmelerini beklemek gerçekçi olmaz. Yapılan reformlar bu düzeni değiştirmeyi hedeflemiyorsa herhangi bir şeyi değiştirmesi de beklenemez.

Ne Yapılabilir?

Soruna yönelik serbest piyasa çözümleri, pedagoji gibi kapsamlı bir alanın sorunlarıyla yüzleşebilmek için fazlasıyla dar. Eğer iyi bir eğitim sunmak istiyorsak, bu kazanımlarla ters düşen üniversiteye giriş sınavlarına nasıl hazırlanacağız? Eğer bu sınavları kaldırırsak, milyonlarca öğrenci az sayıdaki iyi üniversiteye neye göre elenerek yerleştirilecek? Yüzleştiğimiz eğitim krizi, eğitimin dar bir noktasında yaşanan bir tıkanmanın yarattığı bir bunalım değil, yakın geçmişimizin yarattığı toplumsal düzenin bir sonucudur. Toplumda yarattığımız sorunları okullarda çözebilmemiz olanaksızdır. Geçmişteki başarılı eğitim reformları okullarla birlikte birçok toplumsal kurumda başlamıştır.

Yaptığımız en temel hata, işlerini iyi yapabilmeleri için yetiştirdiğimiz eğitimciler ve kurumlara, işlerini nasıl yapacaklarına yönelik söz hakkı vermememiz. Eğitim kurumlarında yozlaşma ve eğitim niteliğinin düşmesi, uzmanlara söz hakkı bırakmadığından bu tek düzeni savunan sıkı kontrolcü yaklaşımın kaçınılmaz bir sonucudur. Bunun aksine eğitimde başarılı toplumlar, sıkı müfredatlar dayatmak yerine kılavuz içerikler sunar ve müfredatları okulların ve eğitimcilerin becerilerine ve toplumlarında gözlemledikleri gereksinimlere bırakırlar. Üniversitelere kamu müdahalesi ise söz konusu bile olamaz.

Temel eğitim kurumlarını yavaşça özerkleştireceğimiz günlerden önce derhal üniversitelere tam özgürlük tanımamız ve yönetimlerini akademisyen ve öğrencilere devretmemiz gerekir. Nitelikli üniversite sayımızdaki hızlı düşüşü durdurabilmenin tek yolu budur. Özgür olmayan üniversitelere sağlanan araştırma ödenekleri ve benzeri kaynaklar sağlamak asla toplumun eğitim ve araştırma üretimine uzun süren katkılar sağlayamaz. Nitelikli üniversite sayısını artırmak ise üniversiteye giriş için öğrenci seçimi konusunda yaşadığımız krizi çözülebilir kılacaktır. Çünkü bu sorunu yaratan, öğrencilerin ve ailelerin az sayıdaki iyi üniversitelerden birinde eğitim göremedikçe iyi bir geleceğin olanaksız olacağına yönelik kanısıdır. Diğer bir deyişle tek gerçek yükseköğrenim iyi bir üniversitede olabilir.

Eğer çok sayıda öğrenciyi az sayıda iyi üniversiteye yerleştirmek için yarıştırmak zorunda olmazsak, öğrencilere gerçek kazanımlar sunmayan müfredatlara ve gerçek kazanımlarını ölçemeyen indirgemeci sınavlara da mahkum olmayız. İyi üniversiteye yerleşebilme krizinin yarattığı gelecek kaygısından kurtulmak bize daha gerçekçi öğrenci seçme yöntemleri uygulayabilmemizi sağlayacak ve öğrencilere nitelikli temel eğitim sunabilmemizin önünü açacaktır. Ancak bunları başarabildiğimiz ve eğitimcilere özerklik tanıyabildiğimiz zaman iyi eğitimciler yetiştirmemizin ve onlara ve öğrencilerine yeni imkanlar sağlamamızın bir anlamı olacaktır.

Son olarak eğitimde hem kurumlara ve eğitimcilere hem de öğrencilere yönelik ödül ve cezaya dayanan düzenlemeler terk edilmelidir. Eğer okullar başarılı olamıyorlarsa, bu genellikle gereksinimleri karşılanamıyor olduğundandır. Bunun için onları cezalandırmak veya başarısız okulları görmezden gelmek, başarısızlıklarını pekiştirecek, başarılı okullara ilgi göstermek ise pek bir şeyi değiştirmeyecektir. Yapılacak reformlar kurumların ve öğrencileri geride bırakmamaya ve fırsat eşitsizlikleriyle mücadele etmeye yönelik olmalıdır.

Sonuç

Günümüzde öğrencilerin eğitim başarılarının en etkili belirleyicisinin ailelerinin sosyoekonomik düzeyleri olması, eğitime yapılan yatırımların ve denenen reformların gençlerin gelişimi için kayda değer bir etkisinin olmadığını gösteriyor. Okullar ve eğitimcilerin niteliğine ne kadar yatırım yapılırsa yapılsın, eğer eğitim düzeni eğitimcilerin inisiyatif almasına izin vermiyorsa, çoğu öğrencinin başarısı yine sosyoekonomik düzeyi tarafından belirlenecektir. Sorun okullarda yanlış eğitim verilmesi değil, ilkokullardan üniversitelere eğitim yönetiminin yapayanlış düzenlenmiş olmasıdır. Sorun odaklı yukarıdan aşağıya bu düzen terk edilip süreç odaklı, kurumların özerkliklerinin güçlendirildiği aşağıdan yukarıya bir düzene geçilmedikçe hiçbir reform başarılı olamayacaktır. Daha iyi bir düzen için üniversitelerden başlayarak eğitim kurumlarını özerkleştirmeye başlamalı ve yerel eğitim yönetimlerine daha çok söz hakkı vermemiz gerekmektedir

Pedagog Kerem Yalçın

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Free

Distraction-free reading. No ads.

Organize your knowledge with lists and highlights.

Tell your story. Find your audience.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

No responses yet

Write a response